23 Nisan ve Atatürk, Çocukluk ve Öğretmene.. Gecikmiş bir yazı..

Ben İlkokuldan itibaren Oxford'da okumuşum da haberim yokmuş.

Ben İlkokuldan itibaren Oxford’da okumuşum, haberim yokmuş..

Daha önceki yazılarımda mevzu ve malzeme ettiğim Muharrem Özbilen Hocam vardır; takip edenler hatırlayacaklardır.. Bu gün yazabiliyorsam eğer müsebbibi odur. Ortaokul sıralarında, doğru kompozisyonu yazabileyim diye sağ elinin yüzük parmağını süsleyen teşvik edici nesne zümrüt taşlı yüzük, kafalarımızı az delmedi..

47 yaşıma geldim.. Hala basketbol topu ve pota gördüğümde heyecanlanıyorsam eğer Yalçın Gürpınar Hoca sayesindedir.. Yapmamızı istediği taktiği veya oyunu yapmayınca ve çok kızdıysa; topu üstümüze fırlatırdı.. Ama oradan kaçmayı düşünmez, hocanın istediğini yapamadığımız için kendimize kızardık.. O da bunu bilir, sakinleşince gelir gönlümüzü alırdı.. Üstümüzün başımızın temiz ve düzgün olmasını, saçlarımızın yeterince kısa olmasını ve disiplini sağlamak, okulda onun vazifelerindendi.. Bu gün bütün bunları ne kadar değerli olduğunu anlayabiliyorum..

Birisi başka birinin arkasından lan diye sesleniyorsa aklıma Fizik öğretmenim Mehmet Ali Ak Hocam gelir.. Çok sert ve hepimizin pek korkup çekindiğimiz bir adamdı. Okulda nöbetçi öğrenci olurduk sırayla. O günler dersten kaytarma zamanları olarak görür, sıramızın gelmesini dört gözle beklerdik. Nöbetçi olduğum bir seferde, -yanımdaki arkadaşım kimdi hatırlamıyorum- ders sırası koridorun bir ucunda arkadaşım diğer ucunda nöbetçi hocanın Mehmet Ali Hoca olduğu hakkında karşılıklı konuşuyoruz, koridor boş olduğu için de sesimiz yankılanıyor. Mehmet Ali Hoca bizi duymuş.. Arkadan seslendi “Turgut” diye.. Bana Turgut derdi.. Gittim yanına. Bana unutamadığım bir ders verdi. Çok yumuşak ama ciddi bir üslupla: “-Bak oğlum; babanı tanırım, beyefendi bir esnaftır.. Seni de tanırım, iyi çocuksun.. Hiç ağzına yakışmıyor bu konuşma şekli.” dedi ve devam etti.. “Senden büyük birilerinden bahsediyorsan, hele bu kişi bir de hocan ise, adının arkasına Bey veya Hanım sıfatını eklemelisin. Yani Mehmet Ali Hoca değil, Mehmet Ali Bey demen lazım gelir..” Utandım.. Özür diledim.. Hiç unutamadığım bir tavsiyedir bu bana aslında…

Resim öğretmenimiz; Sevgili Vadet Hazneci Hocam.. Atölyesi en rahat ettiğimiz ve bulunmaktan keyif aldığımız ender yerlerdendi, çoğumuz için.. O yüzden de aramızdan sanatkar çok çıktı. Esra Özdemir, Sadık Uygur, Erhan Hökelek, Melikşah Özen ve ismini hatırlayamadığım daha bir çok kişi. O atölyede yapabiliyor olmak önemliydi, neyi, nasıl veya neyle yaptığın değil. Sayesinde daha ortaokuldayken Modigliani’yi, Cezan’ı, Van Gogh’u, izlenimcileri, kübistleri tanıyorduk. Onları tanımak da bizi ayrıca mutlu ediyordu. Resim dersinde yaptığım bir grafiği hatırlıyorum.. Keşke bulabilsem de geri alsam.. Konu biogaz‘dı. Bir inek boynuzunun iki ucuna bir çift kablo iliştirip kabloların ucuna da bir ampul yerleştirmiştim. Arkadaşlarım pek gülmüşler, Vedat Hocam pek beğenmişti.. Gülüşmelerin üzerine Hoca oturup herkese grafik yaklaşımın ne olduğunu anlatmıştı. O günlerde grafik yaparak para kazanacağımı kim söyleyebilirdi ki? 

Hele ilköğretmenim rahmetli Talat Keskin.. Bambaşka bir insandı, nurlar içinde yatsın. Her çarşamba günü öğleden sonraları bize keman çalar ruhumuzu zenginleştirirdi. Stradivari’nin kim olduğunu ondan öğrenmiştik, daha ilkokulda. Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı, prensibi onun sayesinde benim için çok anlamlıdır. O yüzden; yerine ikame edebileceğim yerli malı bir ürün varsa onu ithal olanına karşı öncelikli olarak tercih ederim. Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen, çok değerli bir hayat adamıydı. Her zaman tertemiz olan beyaz gömleği ve özenle seçerek giydiği takım elbisesi, kravatları; arka cebinde mutlaka bulunan ütülü beyaz mendiliyle; hepimizin imrendiği titizlik sembolüydü. Benim bu günkü titizliğimin müsebbibi belki de ilk öğretmenimdir, kimbilir..

Hangi birini anlatayım ki.. Hiç üzerine vazife olmadan; hakkettikleri için polis nezaretine atılan öğrencilerini gidip karakoldan çıkartan ve benim çocuklarımı nasıl nezarete koyarsınız? diye emniyet müdürü ile kavga eden rahmetli Nebil Dedeoğlu’nu mu; yoksa çaktırmadan bize mantığı, felsefeyi tohumlayan yine rahmetli Behiç Dedeoğlunu mu anlatayım.. Dersimize hiç girmeyen ama hepimize nezaket aşılayan Reşun Şenel Hocamı mı anlatayım.. Ciddi ve sert görünüşünün arkasındaki incelikli mizahı hiçbirimizden esirgemeyen müdür yardımcımız Adem Sarıgöz Hocamı mı..

İngilizce’yi sevdiren Meral Aktan Hanım’ı, biyoloji öğretmenimiz Işık Uygur Hanım’ı, sessiz soluksuz kimya hocamızı mı, Edebiyat öğretmenimiz Müzeyyen Turan Hanım’ı, tarih ögretmenimiz Hayriye Ünverdi Hanım’ı, Cemal Özyerli Bey’i unutmak mümkün mü?

O kadar çoklarmış ki.. Yazamadıklarım ne olur kusura bakmasınlar.. Yazdıklarım benim hayatımda iz bırakan insanlar olmuşlar. O yüzden öncelikleri var.. En kötüsü bunun farkına yarı ömrümü geçirdikten sonra varmam..

Parlak bir öğrenci değildim okul yıllarımda..

Metematik, fizim, kimya kabusum olan derslerdi.. Ama ortaokuldaki matematik öğretmenim Fuat Kavas Hocamı hatırlarım matematik sözkonusu olunca.. Bir de Gülseren Usluduran Hanım’ı..

Kulakları çınlasın Gülseren Hanım, -bu arada Gülseren Hanım’ın düğün fotoğralarını da ben çekmiştim- liseye geçişte fen veya edebiyat sınıfında olmamı sağlayacak kritik notu vermeden önce beni çağırıp konuşmuş; “bak ihtiyacın olan notu vereceğim, bu sayede fen sınıfında olacaksın, ama beni mahcup etmeyeceğine söz vermeni istiyorum” demişti.. Gülseren Usluduran Hocamı mahcup ettim mi etmedim mi bilmiyorum ama bu insanların istisnasız hepsinin, bizlerin doğru insanlar olmamızı istediklerini artık biliyorum.. Bu insanlar sayesinde içimizden hukukçular, doktorlar, öğretmenler, sanatçılar, mühendisler ve daha niceleri “memleketine faydalı” insanlar olarak yetişti.. Yaşadığımız bu sıkıntılı zamanlarda; ülkemizin böyle öğretmenlere, böyle insanlara her zamankinden çok ihtiyacı olduğunu biliyorum..

Ne olur öğretmenlerim vazifelerinize geri dönün, yetiştireceğiniz daha çok çocuğumuz var…

Bu günün okullarına bakıyorum da, böyle bir okulda çocuk okutabilmek için günümüzde servet harcanıyor..

Olimpik ölçülerde olmasa bile nizami ölçülerde olan bir “spor salonumuz” vardı. Dev bir kütüphanemiz, kimya ve biyoloji laboratujarlarımız, dil atölyelerimiz vardı. Okul binasının saçaklarında kırlangıç yuvaları vardı. Kırlangıçlar yuvalarına geldiklerinde bahar olduğunu anlardık. Okulumuzun bahçesinde çam ve akasya ağaçları vardı..

Atatürk’ün sevildiği, Atatürkçü bir okulda: beton değil toprakta büyüdük.. Şanslı çocuklarmışız vesselam…

Gerçekten de Merzifon Lisesi Oxford gibiymiş..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

13 − four =